Wednesday, September 22, 2010

Avatar Geri Dönüyor!


Eveet, yaklaşık 3,5 aylık bir suskunluğun ardından yeni haberlerle karşınızdayım! :-p Sen Avatar'ı izlememiş olan insan, insanların Avatar aşağı Pandora yukarı konuşmasından sıkıldın mı? DVD'si (ve pek tabi Blu-ray'i) çıkmasına rağmen, filmi hakettiği yerde yani beyaz perdede izleyememiş olmaktan dolayı hayıflanıyor musun? Al sana fırsat! 15 Ekim'de Avatar, 9 dakikalık ek sahnelerle "Avatar Special Edition" adı altında tekrar vizyona giriyor! Tabi bu haber sadece filmi izlememiş olanları değil, bu mavi yaratıkların ve gizemli evrenlerinin müptelası olan benim gibiler için de muhteşem bir haber. Ancak beklentileri çok da fazla yükseltmemekte yarar var, okuduğum izlenimlere göre bu ek sahneler filmin değişik yerlerine serpiştirilmiş ve hikaye açısından çok da yeni bir şey sunmuyorlar. Avatar fanları için bunların hiçbir öneminin olmadığının farkındayım ama ilk seferinde Avatar'ı sevmediyseniz bu 9 dakikalık versiyonun fikrinizi değiştireceğini hiç sanmıyorum.

Thursday, June 10, 2010

World Cup & Batman

''Some people think football is a matter of life and death. I assure you, it's much more serious than that.''Bill Shankly

Enjoy the 2010 FIFA World Cup..May the best team win!!

Saturday, June 5, 2010

Dünya Kupası Fikstürü



ÖNEMLİ NOT: Saatler Güney Afrika yerel zamanına göre, yani Türkiye için 1 saat eklemeyi unutmayın!

Wicker Park


Filmle ilgili birşeyler yazmak istedim, çok da şey gelmişti aslında aklıma..Aşkın gücü, insana yaptırabilecekleri, yapmayı göze aldırabilecekleri hakkında falan cümleler kuracaktım..Haddime değil ama aşkın tarifini falan yapmaya kalkışacaktım belki de. İyi ki de yapmaya yeltenip gereksiz kelime kalabalığı yaratmamışım. Bir insana böyle bir yazı yazdırmış olması bile başlı başına filmin güzelliğini kanıtlıyor aslında. Bahsettiğim yazı Cüneyt Özdemir'in film üzerine kaleme aldığı yazı..Neyse ben susayım da kelimeler konuşsun o zaman..

WICKER PARK ya da SENİ SEVİYORUM fısıltısı...

O yatağın üzerinde uzanmış yatarken ben odanın en uzak köşesine gider yüzüne gözlerimle dokunur,okşar, onu uyandırmamak için bakışlarımı bile sakınırdım. Bazen o uyurken onun o büyüleyici güzelliğinden o kadar etkilenirdim ki kendimi tutamaz ağlamaya başlardım. Sonra kısık bir fısıltı ile içimden Seni Seviyorum diye geçirirdim. Ağzımdan çıksa kulağımın bile duyamayacağı bir tonda olurdu bu içgeçirme. Oysa o iki kelimenin onun kalbine ulaşması yalnızca bir kaç saniye sürerdi. Sonra bir anda gözlerini açar beni arar,odanın en uzak köşesinde onu izlerken bulur,heyecanla karışık bir mutlulukla Ben de seni seviyorum derdi.
Sarılıp birbirimizin kokusunu içimize çekerdik. Bir film karesinden fırlamış aşıklara benzerdik.
Büyülü, gizemli bir durumdu. Bir süre sonra bu oyuna kendimi o kadar kaptırmıştım ki her uyuduğunda denemeye başladım.
Her seferinde ama her seferinde ağzımdan çıkmayan kelimeleri duyup gözlerini açıp Ben de seni seviyorum dedi.
Aşk işte buydu benim için.
Sesini çıkartmadan duyduğu o iki kelime ve uykulu gözlerini aralayıp beni bulup, mahmur sesiyle; Ben de Seni seviyorum demesi aşkı hissetmesi yaşamasıydı.
Sonra?
Sonrası olmadı.
...hayat girdi aramıza.
Birgün geldi beni duymamaya başladı. Yanında avaz avaz bağırsam bile duymuyordu artık.
Bitti.
O en büyük aşkımdan bana miras olarak Seni seviyorum testi kaldı.
Sonra bu benim için ilişkilere uygulanan gizli bir aşk testi oldu. Bir nevi gizli kapaklı bir aşk soruşturması.
Kimi duydu kimi duymadı , kimi duyduğunu anlamadı...
Ben de zamanla umudumu kaybetmeye başladım.
Nicedir içimden Seni seviyorum desem de test etmiyorum kimseyi.
Böyle bir aşkı yaşadıktan sonra başkasına sorduğun her soru kendine yönelik bir sorguyu da hediye ediyor.
Uykuda kimi seyretsem uyandığında beni kandırırken buluyorum. Neyse...
Belki bu yüzden biraz daha çok kitaplara ,filmlere sığınmaya hatta açıkça iltica etmeye başladım.
Daha çok içiyorum, daha çabuk sarhoş oluyorum. Sonra gerçek hayatta bulamadığım aşkları yazıp çiziyorum.
Kendimce kötü aşk şiirleri yazıyorum.
Bu arada bir mıknatıs gibi doğru dürüst aşkı tarif eden ne varsa kendimi içine çekilmiş buluyorum.
İskenderiye dörtlüsü mesela aşkın tüm tarifini yeniden yaptırdı bana.
Kendi muhasebemi yaparken aşklarımı daha iyi anlamaya başladım.
Hatalarımı , hatalarını, haksız yere suçladıklarımı , suçlandıklarımı...
ve bir film; Wicker Park...
Şu anda oturdum televizyonun karşısına boş bir ekrana bakıyorum.
İtiraf edeyim kendimi tutamayıp ağladım da film bittiğinde.
Bana o aşkımı hatırlattı. Hatta AŞK'ı anlattı. Geri getirdi kayıp bir kara delikten, zaman tünelinden...
Vizyona gireceğini hiç zannetmiyorum. 4 kişi arasında geçen tutkunun,yalnış anlamaların, planlı kötülüklerin, unutmamanın, arkadaşlığın, güvensizliğin filmi bu.
Yani sıradan bir aşk hikayesi diyebiliriz.
Filmi anlatmayacağım ama seyretmeseniz de beni kilitleyen ve darmadağın eden son karesindeki bir buluşma anını anlatmaya çalışayım istiyorum.

-Bazen birini uzaktan görmek bir fantezi yaratır yakından gördüğünde ise o gördüğünün aslında senin yorumladığın gibi olmadığını anlarsın... diyor mesela adam.

Özdemir Asaf'ın en sevdiğim şiiri gibi. İLERİDE BİR MUM KIPIRDAYOR ZANNEDİYORDUM,ANLADIM Kİ KIPIRDAYAN MUM DEĞİL BENMİŞİM.
Bu duygu o kadar çok olmaya başladı ki artık ne zaman bir mum ışığı gördüğümü sansam kendimi omuzlarımdan sarsıp kızıyorum.
Sonra filmin kadın kahramanı bir yorum yapıyor

- Bilirsin, diyor, Aşk insana çılgınca şeyler yaptırır. Asla yapmam dediğin delilikler...

Sonrası son yıllarda benim gördüğüm en gerçekçi ya da özlediğim diyeyim aşk buluşması.
Artık biliyorsunuz doğru dürüst aşk filmleri yapılmıyor. Çünkü bakıyorum etrafıma doğru dürüst kimse aşkı da yaşamıyor. Geçen bir yazımda söyledim. Copy paste aşklar çağındayız. Kimse kimsenin içinden geçen Seni Seviyorum cümlesini duyacak kadar aşkı bilmiyor. dinlemiyor , önem vermiyor , hissetmiyor birbirini...
Filmimizin kahramanı iki yıl önce kaybettiği aşkı için önemli bir iş gezisine ÇİNe gitmiyor mesela.
Bırakn Çin'i kimse iş randevusunu bile iptal etmiyor günümüz aşkfakiri ilişkilerinde. Tutku mu dediniz?
Boşversenize.
Herkes karşısındaki tarafından sevilmek, aşık olunmak, tapılmak istiyor. Hep aynı derecede kontrollü bir mesafede kalıp kendi tanrısallığından dem vuruyor. Elbette verecek birşeyi olmayanın , alacak hanesi de boş kalıyor.
Sonrası yorgun aşklar mezarlığı.Çöplüğü mü demeli?
Ne aşkı biliyorlar ne ayrılığı...Cenazeler bile bir saygıyı hak ediyor zira.
Ya da bana mı denk gelmiyor ben mi görmüyorum çevremde hiç?
Zor sorular bunlar. Sorulmaması daha iyi sorular.
Sinema hayatın bir aynası değil mi sonuçta ?
Neyse o yansıyor Hollywood simsarlarının kameralarına ama bazen yine de içimizde bulutları aralayacak bir ışık gibi böyle filmler çıkabiliyor.
Bitmeyen aşklar, tutku için göze alınan kötülükler, unutulamayan unutulmayacak sevgililer ve herşeyi herşeyi aşıp mutlu sonla biten aşklar, filmler, hikayeler...
Filmin sonunda kahramanımız eski sevgilisini bulmuşken nişanlısı ile karşılaşınca diyor ki ;

-seninle iki yıl önce tanıştık ya, ben başkasına aşıktım ve o hala kalbimde duruyor. yeniden hayatımda...Şunu bilmeni istiyorum...
kadın sert bir tonda cevaplıyor

-Neyi bilmemi istiyorsun senin kalbini kıracak kadar değerli bir kadın olmadığımı mı?

Sonra?
Sonra bana bütün bu yazıyı yazdıran sahne var kadın havaalanında yerde oturuyor, adam eski sevgilisinin arkasına gelip dizleri üzerinde eğiliyor. Kadının adama sırtı dönük o da herşeyi az önce telefondan öğrenmiş yerde oturuyor.
Ve belki de her GERÇEK aşkta olan o sesi adam söylememiş olsa da kadın duyuyor , hissediyor.
SENİ SEVİYORUM.
Fark ediyor.
Arkasına dönüp sarılıyor. Ağlıyorlar.
Fonda artık gerçek hayatta olmayan , olmayacak aşklara inat Coldplay çalıyor.
Boş bir televizyon ekranına bakarken gözyaşlarımız ritm tutuyor geçmişimize.
...belki de bir aşk bir ömre çok bile geliyor.

NOT: Film, 1996 yapımı L'Appartement adlı, başrollerinde Vincent Cassel ve Monica Bellucci'nin oynadığı Fransız filminin Hollywood versiyonu ama sakın bunu dedim diye sabun köpüğü klasik Hollywood tarzı bir film düşünmeyin, izleyin! En kısa zamanda orijinalini de izleyeceğim ama kesinlikle..

Sunday, May 30, 2010

Secrets of Lost

Söz bu son..

Hayır insanları allak bullak ettiniz bari dalga geçmeyin di mi?! :-)

Friday, May 28, 2010

Alternatif Lost Finalleri!

Lost'un finali sizi tatmin etmediyse, aklınızdaki sorular cevaplanmak yerine tersine daha fazla sorular oluştuysa alın size birkaç alternatif Lost finali!


NOT: Jeff Probst, Survivor adlı reality show'un sunucusudur.
NOT2: İkinci alternatif son The Sopranos'un finaline göndermedir.
NOT3: Son alternatif final ise Newhart adlı dizinin finaline göndermedir, yatakta Kate ile birlikte yatan kişi de bizzat Bob Newhart.

Sunday, May 23, 2010

Sana bitme demeyeceğim ama bitme Lost!..

see you in another life..

Wednesday, May 19, 2010

Lost Oyuncu Seçmeleri

Final bölümüne sayılı günler kala tüm dünyada fenomen haline gelen dizinin rol seçmelerinin görüntüleri..Jack, Charlie ve Hurley-evet şaka değil! :-)- olarak bildiğimiz aktörleri Sawyer rolünü oynarken görmek baya eğlenceli! Sonuncu video ise evlere şenlik! Diğer karakterler için: http://io9.com/5541237/lost-the-14-casting-tapes-that-started-it-all

Josh Hollaway:

Matthew Fox:

Dominic Monaghan:

Jorge Garcia:

Michael Emerson(Ben)-Hurley rolü!:

Tuesday, May 18, 2010

The Pacific


İkinci Dünya Savaşı, insanlığın belki de bugüne kadar yaşamış olduğu en acımasız tecrübe. Ufacık bir kara parçasını ele geçirmek için binlerce canın feda edildiği, asker ve sivil toplamda 70 milyonun üzerinde insanın hayatını kaybettiği tarihteki bir kara leke. İnsanın, yaşayan canlılar arasında en vahşi yaratık olduğunu kanıtlayan bir trajedi. Tarihin seyrini değiştirmiş, sosyal, ekonomik, kültürel, sosyolojik, hatta antropolojik ve psikolojik olarak birçok sonuçlar doğurmuş bir olay. Ancak düşünmeden edemiyorum: II. Dünya Savaşı yaşanmamış olsaydı, Hollywood şimdi bulunduğu konumda olur muydu ya da Steven Spielberg ve Tom Hanks çekecek film bulma konusunda bu denli rahat olabilirler miydi? İkili 2001 yapımı Avrupa Cephesini anlatan Band of Brothers adlı mini-diziden sonra bu kez de Pasifik Cephesi'ne el atmış. Dizi 10 bölümden oluşuyor ve temel olarak 3 deniz piyadesinin iç içe geçmiş gerçek hayat hikayelerini konu alıyor, bu isimler sırasıyla Robert Leckie, John Basilone ve Eugene Sledge. Dizide anlatılanların büyük kısmı Leckie'nin ''Helmet for My Pillow'' ve Sledge'nin ''With the Old Breed'' ve ''China Marine'' adlı kitaplarına dayanıyor. Büyük kısmı diyorum çünkü yapımcılar bazı yerlerde kitaplara sadık kalmak yerine kendi düşünce ve tarih görüşlerini izleyiciye aktarma yolunu seçmişler, örneğin çok tartışılan, 3. bölümdeki Amerikan askeri Leckie ile bir Rum kadını arasındaki konuşma gibi: bu konuşmada 1922'de Yunan işgalinden kurtulan İzmir kasıtlı bir şekilde bir Yunan kenti gibi gösterilip Türkler tarafından istila edilip yakıldığı iddia ediliyor. İlginç olan, ''Helmet for My Pillow'' adlı kitabında yazar Robert Leckie'nin böyle bir diyalogdan hiç bahsetmemesi. Dizinin tamamıyla ilgisiz olan bu sahne zorla sokuşturulmuş izlenimi veriyor. Diziyi ülkemizde yayınlayan CNBC-E kanalı da bu sahnenin çıkartılarak yayınlanacağını duyurmuş ve yapımcı şirket HBO'ya güzel bir yanıt mektubu kaleme almış, ilgilenenleri buraya alalım: http://pacific.cnbce.com/Announcement.aspx. Ama sadece bu diyaloğun varlığından ötürü tüm yapımı suçlamak yanlış olur elbette. Dizi, öncelikle 200 milyon dolarlık bütçesiyle tüm zamanların en büyük prodüksüyonlu tv dizisi ünvanına sahip, gerçekten teknik açıdan filmi eleştirmek imkansız; seçilen mekanlar, silahlar, giysiler,binalar, patlama ve efektler, sesler herşey aslına uygun bir biçimde, detaylı inceleme ve araştırmalar sonucunda seçilmiş; yürek isterdi ki bu özen başka toplumların tarihlerine karşı da gösterilseydi ve bu ucuz saldırılara gerek duyulmasaydı. Herneyse, benim eleştirmek istediğim dizinin başka bir yönü: öncelikle hikayenin odağındaki 3 kişinin de karakterleri yeterli derinlikte anlatılmamış, izleyici karakterlerle bir yakınlık kuramıyor. Bunun kasıtlı bir tercih olduğu konusunda şüphelerim var. Benim salaklığım mı bilmiyorum ama ben dizinin bu 3 isme odaklandığını idrak ettiğimde dizinin ortalarına gelmiştim! Beğenmediğim başka bir taraf da, bölümler arasında yeterli konu bütünlüğünün bulunmaması oldu. Evet biliyorum dizi gerçek olaylar üzerine kurulu ve bir savaşı anlatıyor ama bence daha sürükleyici bir anlatım tarzı benimsenebilirdi. Öyle ki eğer II. Dünya Savaşı'na özel bir ilginiz yoksa rahatlıkla ilk ve son bölümleri izleyerek de tatmin olabilirsiniz. Herşeye rağmen, birçok sahne akıllara kazınacak derecede etkileyici ve çatışma görüntüleri-özellikle kara çıkarmaları-orada olduğunuzu hissettirecek derecede gerçekçi ve ürkütücü. Kısacası eğer bu konulara ilginiz varsa kaçırmamanız gereken bir yapım ama yoksa eğer, izlemezseniz de pişman olmazsınız.

Tuesday, May 11, 2010

Nereden nereye!

Dün..

Bugün..

Thursday, May 6, 2010

Kasap Totti!

Kaç senedir futbol izliyorum, yüzlerce sert faul görmüşümdür en az ama dün geceki İtalya Kupası finalinde oynanan Inter-Roma maçında Totti'nin Inter'li Balotelli'ye yaptığı hareket gibisine daha önce şahit olmamıştım açıkçası. Hele bu kadar tecrübeli ve üst düzey bir oyuncunun bu gibi bir hareket yapması akıl alır gibi değil gerçekten. Totti blogunda isim vermeden Balotelli'nin maç boyunca ağır hakaretler ettiğini bazıları kişisel bazılarının ise ''bir şehri ve halkını'' aşağılamak üzere olduğunu söylemiş. Ne olursa olsun kolunda kaptanlık pazubendini taşıyan bir oyuncunun sinirlerine hakim olması gerekirdi. Bakalım İtalya Futbol Federasyonu kaç maç verecek Totti'ye. Dünya Kupası'nda oynama şansını da büyük ölçüde yitirdiği konuşuluyor şu an İtalya'da, bekleyip göreceğiz..

Wednesday, May 5, 2010

Fatih Akın vs. Ferzan Özpetek


Bu iki başarılı yönetmen de yaptıkları filmler ve uluslararası çapta kazandıkları ödüller ile göğsümüzü kabartıyorlar. Biri Almanya'da diğeri İtalya'da ün kazanmış olsa da ikisinin de ortak paydası Türk kültürünü içlerinde barındırıyor olmaları ve filmlerinde az ya da çok biçimde bu etkiyi yansıtmaları. Kendimce bu iki adamın benzerliklerini ve farklılıklarını derlemeye çalıştım:
  • Ferzan Özpetek, 1959 İstanbul doğumlu. Fatih Akın, 1973 Hamburg. Fatih Akın 3 yaşındayken, Özpetek Roma 'La Sapienza'da Sinema Tarihi okumak için İtalya'ya taşınıyor. Akın ise '94 yılında Hamburg Güzel Sanatlar Akademisi'nde Görsel İletişim eğitimine başlıyor.
  • İki yönetmenin de kardeşleri oyunculuk yapıyor. Özpetek'in ablası, Zeynep Aksu ve Akın'ın abisi Cem Akın.
  • Fatih Akın filmleri; kültürel farklılıklar, topluma entegrasyon problemleri, kültürler arası çatışma gibi sosyal içeriği ağır basan konulardan oluşurken, Ferzan Özpetek filmleri; çoğunlukla eşcinsellik, arkadaşlık ve aile bağları gibi daha kişisel problemlere değiniyor.
  • Fatih Akın sineması tür olarak belirgin değişiklikler gösterse de (Duvara Karşı, Crossing The Bridge, Soul Kitchen), Özpetek filmleri (özellikle son filmleri Saturno Contro, Un Giorno Perfetto ve Mine Vaganti) genelde aynı temaları işliyor ve seyirciye çok yeni birşey sunmuyor.
  • İki yönetmen de oyuncularına oldukça sadık. Fatih Akın; Birol Ünel, Moritz Bleibtreu, Adam Bousdoukos gibi oyuncularla birçok filminde çalışırken, Özpetek; Serra Yılmaz, Isabella Ferrari, Stefano Accorsi gibi isimlerden vazgeçmiyor.
  • Fatih Akın filmlerine (Soul Kitchen'ı ayırarak söylüyorum) daha ağır ve sert bir hava hakimken, Ferzan Özpetek filmlerinde bir Akdeniz canlılığı ve neşesi hissediliyor. Diğer bir değişle Fatih Akın filmleri kulplu bardakta bira ise Özpetek filmleri, bir kadeh şaraba benzetilebilir. (Belki de benzetilemez emin değilim! (-: ) Çok zorlanırsa Harley Davidson-Vespa benzetmesi de yapılabilir ama zorlamamak lazım o kadar!
NOT: Yukarıdaki değerlendirmelerden Fatih Akın filmlerini tercih ettiğim izlenimi çıkarılabilirse de (ve evet çıkarılabilir!), her iki yönetmenin filmlerinden de ayrı keyif alıyorum. Ha aynı anda filmleri vizyona girse önce hangisine mi giderim?..Soğuk bir birayı tercih ederim sanırım! :-)

Monday, May 3, 2010

Jeneriğini söyle ne olduğunu söyliyim!

Beni bu yazıyı yazmaya iten şey son olarak izlediğim True Blood dizisinin harika jeneriği oldu, bu vesileyle bir 'En güzel jenerikler' sıralaması yapayım dedim, buyrun buradan yakın:
  • True Blood: Sadece Alan Ball ismi sayesinde başladığım dizinin şu ana kadarki beğendiğim belki de tek yönü!
  • Six Feet Under: Benim için gelmiş geçmiş en güzel dizinin(hatta dizi demeye dilim varmıyor!) harika jeneriği..En kısa zamanda bir Six Feet Under yazısı da yazacağım bu arada!
  • Dexter: Of izleyince farkettim ne kadar özlediğimi, başlasa da izlesek! Öyle de bir yerde bitti ki son sezon!..
  • Friends: Ne kadar izlesem sıkılmayacağım efsane dizinin, müthiş eğlenceli jeneriği!

..vee son olarak, belki öncekiler kadar estetik ya da havalı değil ama o müzik ve siyah zemin üzerinde beliren basit beyaz yazı her çıktığında tüylerimin diken diken olmasına engel olamıyorum!
  • Lost

Bunlar şimdilik aklıma gelen birkaç tanesi sadece, mutlaka unuttuğum daha birsürü güzel jenerik vardır, onları da bir zahmet siz yazıverin lütfen.. :-)

Thursday, April 29, 2010

Patatesli Remuntada!

Remuntada. Maçtan önce tüm Katalanların ağzında bu sözcük vardı. Her ne kadar kulağa egzotik bir İspanyol yemeği gibi gelse de aslında bu sözcük Katalan lehçesinde geri dönüş anlamına geliyor. 3-1 biten ilk maçtan sonra Nou Camp'ı dolduran 90 bin taraftarın ihtiyaçları olan galibiyete ulaşacaklarına olan inançları tamdı. Ama evdeki hesap Mourinho'ya uymadı! Inter, Thiago Motta'nın 28'de atılmasından sonra 10 kişi kalmasına rağmen tüm maç boyunca müthiş savunma yaptı, adeta ceza sahasına duvar ördü ve Barçalı oyuncuların hiç boş alan bulmasına müsaade etmedi. Barça topa sahipti (%86'ya 14!) ve Inter'e oranla kat kat daha fazla pas yaptı (737'ye 116!) ama Messi'nin ilk yarıdaki şutu, Bojan'ın ikinci yarıdaki direğin dibinden çıkan kafa vuruşu ve Pique'nin golü dışında pozisyon bulmakta zorlandı, ceza sahası dışından atılan şutların fazlalığı da bunun bir göstergesiydi. Kimse bu maçtan sonra çıkıp da demesin anti-futbol kazandı, oynamaktan çok oynatmamayı düşünenler galip geldi diye, Nou Camp'ta Barcelona'ya karşı topa hakim olan taraf olmak sadece bir hayalden ibaret. Inter'li oyuncular 90 dakika boyunca canlarını dişlerine takıp insanüstü bir performans gösterdiler ve finale çıkmayı sonuna kadar hakettiler.

Mourinho, maç boyunca ve sonrasında yaptığı hareketlerle Barcelonalı taraftarları adeta çıldırttı. Maçın ardından yaptığı açıklamayla bundan hiç rahatsızlık duymadığını da göstermiş oldu: ''Figo bana teşekkür etmeli, çünkü artık Katalunya'da en çok nefret edilen adam o değil!''. Birçok hareketi antipatik gelebilir ama böyle adamlar spor için gerekli ve yararlı bence, taktiksel dehasından ise bahsetme gereği bile duymuyorum. Barcelona'yı ise kimse uzun süredir bu kadar gergin ve sinirli görmemiştir sanırım, hakem birçok pozisyonda lehlerine karar vermesine rağmen ilk dakikadan itibaren hakemi etki altına almaya çalıştılar ve birçok pozisyonda da hakemi aldatmaya yönelik hareketlere başvurdular ama hakem bunlara kanmamasına rağmen Inter'li oyunculara gösterdiği 'katılığı' Barcelona'lı oyunculara karşı gösteremedi. Thiago Motta'nın atıldığı pozisyonda ise direkt kırmızı yerine sarı kart çıkması doğru olurdu diye düşünüyorum, ama her iki durumda da sonuç değişmiyor. Maçın bitiş düdüğünün ardından hemen sahadaki çim sulama sisteminin çalıştırılması da komik ve Barcelona'ya yakışmayan bir hareket oldu bence. Finalde ne olur bilinmez ama Mou'nun adamları bu hırsla ve konsantrasyonla oynarlarsa Bayern'li oyuncuların işi bir hayli zor olacak gibi görünüyor. Tüm merak edilen soruların cevaplarını ve nerazzurri (siyah-mavililer)'nin 45 yıldır beklediği kupaya tekrar kavuşup kavuşamayacağını görmek için 22 Mayıs'ı beklememiz gerekiyor!

Wednesday, April 28, 2010

Barcelona-Inter

Dün Bayern Münih'in finale yükselmesinden sonra, bu gece Madrid'e gidecek ikinci takım belli olacak. İlk maçtaki biraz da sürpriz sonuçtan (Inter 3-1 Barcelona) sonra bakalım Guardiola'nın Barcelona'sı, Mourinho'nun Inter'ini altetmeyi başarabilecek mi. Yarı finalin ilk maçında Mourinho'nun dehası Messi'yi kontrol altına almayı başarmıştı ama bunu Nou Camp'ta da yapması bana biraz zor gözüküyor, Portekizli teknik adam yine 3 kademeli bir 'kafes' uygulayacak Arjantinli yıldıza: önce Thiago Motta, onu geçmeyi başarırsa Cambiasso ve son olarak da Walter Samuel; hepsinden sıyrılmayı başarırsa da son olarak kaleci Julio Cesar tabii! :-) Bunun yanında sahada bazı ilginç eşleşmeler daha olacak, örneğin Gabriel-Diego Milito kardeşlerinki gibi: Puyol'un cezası dolayısıyla Barça'da defansın göbeğinde G.Milito oynayacak ve görevi kardeşinin ataklarını kesmek olacak! Maicon-Pedro eşleşmesi de kilit bir rol oynuyor, zira Inter'in Brezilyalısı'nın iki görevi olacak: Pedro'nun bitmek bilmeyen ataklarına karşı koymak ve sağ kanattan atağa destek vermek, bunlardan birine öncelik vermesi diğerinin aksamasına neden olabilir. Barcelona, Puyol ve Iniesta gibi iki çok önemli adamından yoksun olarak sahaya çıkacak, Inter'de ise cezalı Stankovic dışında eksik yok; Mourinho oynaması şüpheli olan Sneijder'in ilk 11'de olacağını söyledi ancak Pandev için soru işaretleri hala sürüyor.

Her ne kadar Mourinho, 3-1'lik galibiyetin ardından gazetecilere şanslar halen %50-50 dese de Inter'in finale daha yakın taraf olduğunu söyleyebiliriz; 38 yıldır finale yükselemedikleri ve 45 yıldır da kupayı kaldıramadıkları düşünüldüğünde daha aç olan taraf oldukları da şüphesiz. Ancak Barça'nın da finali ezeli rakipleri Madrid'in stadında oynama fırsatını kolay kolay geri çevireceğini düşünmek aptallık olur! Hangi yönden bakarsanız bakın nefes kesici bir karşılaşmanın bizleri beklediği kesin, son olarak maç öncesi Katalanların 90 bin kişilik muhteşem şovunu kaçırmayın derim!

edit: Barça'nın sitesindeki bahis oranları: Barcelona 1.45, Beraberlik 5.40, Inter 7.80 Yorumsuz! :-)

Friday, April 23, 2010

İyi ki doğdun YouTube!


Jawed Karim, 23 Nisan 2005 tarihinde, yukarıdaki sadece 19 saniye süren videoyu çekerken sadece 5 sene sonra, iki arkadaşıyla(Chad Hurley ve Steve Chen) beraber yarattıkları YouTube adındaki sitenin aylık 200 milyon ziyaretçi sayısına ve toplamda 31 milyar video adedine ulaşacağını hayal edebilir miydi acaba? YouTube gerçekten internette bir devrim yarattı, dünyanın daha küçük bir yer olmasını sağladı, kendi kahramanlarını yarattı ve hiç adını duymadığımız, yüzünü görmediğimiz binlerce kilometre uzaklıktaki insanları oturma odalarımıza soktu. Bugün YouTube'suz bir internet düşünmek olanaksız gibi, Google da böyle düşünmüş olacak ki 2007 yılında 1,65 milyar dolar ödeyerek, akıllı ve biraz da şanslı bu 3 girişimciden siteyi satın aldı. İşte YouTube'la ilgili bazı rakamlar:
  • 26,5: video yükleyenlerin yaş ortalaması
  • 1 milyar 200 milyon: günlük izlenen video sayısı
  • 412 yıl: tüm videoları izlemek için gerekli olan süre
  • %14: profesyoneller tarafından hazırlanan videoların oranı, geri kalan videoların hepsi amatörler tarafından yüklenmiş
  • %34,5: Amerika, bu oran ile açık ara en çok video yükleyen ülke konumunda, onu %6,9 ile İngiltere izliyor. Filipinler, Türkiye ve İspanya ilk 5'in diğer üç basamağını oluşturuyorlar.

Thursday, April 22, 2010

Sakin

Son günlerde art arda dinlediğim bir gruptan ve o grubun harika albümünden bahsetmek istiyorum biraz. Söz ettiğim grup Sakin, albümlerinin adı ise Hayat. Şarkılar ve vokaller bir biçimde bana Mor ve Ötesi'ni çağrıştırdı ama Sakin için, ''Mor ve Ötesi gibi bir grup işte'' tanımını yapmak büyük haksızlık olur çünkü grubun çok kendine has bir tarzı var. Henüz canlı dinleme fırsatım olmadığı için sadece albüm kaydına dayanarak yorum yapabiliyorum ama okuduklarım grubun canlı performansının da oldukça başarılı olduğu yönünde. Sakin 4 kişiden oluşuyor: gitar ve vokalde Onur Özdemir, Özdemir Dereli(gitar), Cenker Kökten(bas) ve davulda da Soner Özışık. Hayat albümü Rakun Müzik etiketini taşıyor, Rakun Müzik kim mi? 2005 Ağustos'unda Pasaj Müzikten ayrılan Mor ve Ötesi grubu üyelerinin kurmuş olduğu plak şirketi! Bu detay sanırım albümdeki MvÖ esintilerini açıklamaya yetecektir. Hayat, aynı zamanda Rakun Müzik etiketiyle çıkacak olan ilk albüm(Pasaj Müzik'ten devralınarak yayınlanan Büyük Düşler albümü sayılmazsa eğer). Albüm 11 şarkıdan oluşuyor ve her şarkı insanın ruhunda farklı duygular uyandırıyor ama albümün geneline ''sakin'' bir hava hakim. Şimdilik kişisel favorilerim Dönsün, Bir Ses, Denek Hayatım ve Bu Defa ama diğer şarkılar da en az bunlar kadar güzel. Önümüzdeki günlerde bu grubun adını daha sık duyacağız gibi geliyor bana, umarım bu albümdeki ruhu devam ettirirler ve kendilerine özgü şarkılar ve albümler yapmaya devam ederler.

Monday, April 12, 2010

Cape Fear

Yönetmen: Martin Scorsese
Yazar: John D. MacDonald(roman), James R. Webb(senaryo)
Oyuncular: Robert De Niro, Nick Nolte, Jessica Lange, Juliette Lewis
Tür: Korku-Gerilim
Yapım yılı: 1991
Süre: 128 dk.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDB puanı: 7.2/10


''There is nothing in the dark that isn't there in the light.Except fear.''

Öncelikle bu kadar güzel bir filmi bu zamana kadar duymamış olduğum için kendime çok teessüf ettim! :-) Cape Fear için usta yönetmen Martin Scorsese'nin en iyi filmi demek doğru olmaz şüphesiz ama ilk dakikasından bitiş jeneriklerine kadar sizi koltuğa çivileyen leziz bir gerilim filmi olduğu kesin. Scorsese ve Robert De Niro gibi iki tartışmasız sinema efsanesi biraraya gelince kalite de beraberinde geliyor tabii ki. De Niro hiç yabancısı olmadığı kafadan çatlak suçlu tiplemesini her zamanki gibi yine olağanüstü canlandırmış. Bir diğer parantezi de film çekildiği sırada sadece 17 yaşında olan Juliette Lewis için açmak gerek, ilk ciddi sinema filminde rol alan oyuncunun ne kadar başarılı bir performans gösterdiği bu filmle Oscar'a aday olmasından da anlaşılabilir.

Cape Fear, John D. MacDonald'ın The Executioners adlı romanının bir uyarlaması ve daha önce 1962 yılında aynı isimle çekilmiş bir sinema filmi daha bulunuyor. İşin ilginç yanı orijinal filmde oynayan bazı oyuncuların Scorsese yapımı filmde de değişik rollerle karşımıza çıkması. Filmin ilgi çekici yönleri bununla sınırlı değil elbette, örneğin ikinci kez senaryo yazılırken yönetmen olarak Steven Spielberg düşünülmüş ama Spielberg, bizzat Scorsese'yi arayarak onun bu film için daha uygun bir yönetmen olduğunu ve filmin bir hit olma potansiyeli bulunduğunu söylemiş. Diğer bir ilginç detay Scorsese'nin Nick Nolte'nin canlandırdığı Sam Bowden karakteri için ilk olarak Harrison Ford'u düşünmüş olması ve onu bu rolü oynamaya ikna etmek için De Niro'ya aratması, Ford'un bu rolü neden kabul etmediği ise meçhul. Juliette Lewis'in oynadığı Danielle Bowden karakteri için ise Drew Barrymore seçmelere katılmış ama başarılı olamamış, daha sonra bu an için ''Hayatımın en büyük felaketlerinden biriydi.'' açıklamasını yapmış. Son olarak filmdeki en etkileyici sahnelerden biri olan okulun tiyatro salonundaki sahne tamamen doğaçlama olarak ve tek çekimde tamamlanmış, filmi izlerseniz neden bunun önemli bir detay olduğunu daha iyi anlayacaksınız. Yazıyı herkesin kulağına küpe olması gereken şu sözlerle kapayalım:

''If you hold on to the past, you die a little each day...''

Saturday, April 10, 2010

3 boyutlu Titanic!

Evet, gelecek sanırım gerçekten 3 boyut teknolojisinde! Avatar ile bize bu teknolojinin nelere kadir olduğunu gösteren James Cameron bu kez de Avatar'dan önce tarihin en çok gişe yapan filmi ünvanına sahip olan Titanic'i 3 boyutlu olarak vizyona sokacağını duyurdu. Filmin, Titanic'in denize açılışının 100. yıldönümü olan 2012 yılının ilkbahar aylarında vizyona girmesi bekleniyor. Tümü 3D kameralarla çekilen Avatar'ın aksine 3 boyutlu Titanic'te bilgisayarla oluşturulmuş efektler izleyeceğiz. Filmin ilk vizyona girişinden itibaren geçen 13 senede görsel efektler alanında birçok gelişmenin olduğu düşünülürse bu yönde geliştirmeler beklemek de yanlış olmaz. Filmin orijinalinde zamanına göre oldukça ilerici görsel efektlerin ve bolca bilgisayarla oluşturulmuş sahnelerin bulunmasının 3D sanatçılarının işini kolaylaştıracağı da söylenenler arasında. Filmin 3D'ye çevirilme sürecinin 6 ay ila 1 sene arasında bir zaman alması bekleniyor. İlk film kadar ilgi çekmeyeceği şüphesiz ama dev perdede 3 boyutlu bir Titanic izleyecek olmanın da insanı heyecanlandırmadığını söylemek yalan olur!

Thursday, April 8, 2010

Unutulmaz sahneler

Bazı filmler vardır izle izle bıkmazsınız, gün içerisinde birden bire aklınıza o filmden sahneler gelir gülümsetir sizi. İşte benim aşağıda yapmaya çalıştığım şey de benim için önemi olan bu gibi sahnelerin bir listesini çıkartmaktı ama bu sandığımdan daha zor bir işmiş! Biliyorum daha yüzlerce film ve binlerce sahne var unutulmayacaklar listesine girebilecek ama dediğim gibi bu kişisel bir liste, belki sizin için yine aynı filmin bir başka sahnesi daha önemli olabilir..Devam etmeden önce uyarayım aşağıdaki videolar ağır spoiler içermektedir yani eğer filmi izlemediyseniz lütfen videoyu da izlemeyiniz sonra sorumluluk kabul etmem ama yapmayın allahaşkına bu filmleri izlememiş olmanıza olanak yok(özellikle Geleceğe Dönüş ve Terminatör'ü!). Son olarak yorum kısmına sizin için unutulmaz olan sahneleri de yazarsanız çok şehene olur diye düşünüyorum! :-)
  • Back to the Future: Michael J. Fox'un sahnede Johhny B. Goode'u çalması ve attığı muhteşem solodan sonra seyircilerin ona uzaylıymış gibi bakmaları.

marty mcfly - johnny b. goode from etsw on Vimeo.


  • Pulp Fiction: John Travolta ve Uma Thurman'ın dans sahnesi.

  • Fight Club: Efsane filmin efsanevi finali..

  • Star Wars: Darth Vader'ın kaskını çıkardığı ve Luke'la konuştuğu sahne.

  • The Shining: Jack Nicholson'un kapıyı baltayla kırdığı ve ''Here's Johnny!'' dediği sahne.

  • Terminator 2: Filmin bitiş sahnesi beni çocukluğumda oldukça etkileyen sahnelerden biridir, o müzik ve Arnold abimizin sağ elini okey yapışı unutulur mu hiç?!

  • Herşey Çok Güzel Olacak: Cem Yılmaz'ın, ''ödünç aldığı'' Porsche ile abisinin kapısının önüne gelişi ve ''Dondurmayı beğenmedin biz de bunu getirdik!'' deyişi.

Friday, March 26, 2010

Sahip

Kurban'ın İnsanlar albümünün bende kutsal bir yeri vardır, her şarkısını ayrı severim, dinle dinle doyamam. İşte o albüm çıkalı 5 sene olmuş, bu 5 sene içerisinde grup dağıldı tekrar bir araya geldi, solist Deniz Yılmaz askere gitti geldi..kısaca çokça özletti kendini Kurban. Yeni albüm kayıtlarına başladıklarını duyduğumda bir heyecan kapladı içimi, yine İnsanlar tadında bir albüm yapsalar, 'Yine' gibi 'Uyut Beni' gibi şarkılar yapsalar bizi müziğe doyursalar dedim. Ama albümün üzerindeki sır perdesi aralandıkça-önce 'Soykıran' sonra da 'İfrit' ile-beklenenden çok daha sert bir albümün yolda olduğu anlaşıldı. Uzuun bekleyişin ve birkaç ertelemenin ardından albüme kavuşan bünyede beklentiler oldukça yüksekti ve itiraf etmem gerekirse ilk baştan sona albümü dinledikten sonra kabullenmekte zorlandığım bir hayalkırıklığı oluştu içimde. Albüm ilk dinleyişte sevilecek bir albüm değil, önce bir boğazına oturuyor adamın, yutmakta zorlanıyorsunuz ama Kurban tam da bu işte: şaşırtıyor, nabza göre şerbet vermiyor, ne düşünüyorsa onu söylüyor hatta haykırıyor! Bir röportajında Çilekeş solisti Görkem Karabudak, bu adamlar türk rock'ının Dream Team'i demişti, çok isabetli bir laf etmiş bence, gitarlar da davullar da bas da vokaller de tam olması gerektiği gibi zaten albümün masteringini daha önce Metallica, Guns'n Roses, Dream Theater gibi dev grupların masteringini yapan George Marino yapmış. Albüm için tematik bir albüm denebilir, din konusuna eğilmiş üstatlar 'Yobaz', 'Mesih', 'Son Emir' gibi şarkı isimlerinden de anlaşılabileceği üzere. Tavsiyem albümü kaliteli kulaklıklarla, equalizer'ı rock moduna getirerek ve yüksek volümde dinlemeniz yönünde, tam randıman ancak bu şekilde alınıyor! Şimdilik en beğendiğim şarkılar 'Hakim', 'Güneş' ve 'Yobaz' ama diğer şarkılara da haksızlık etmemek gerek. Sözler de oldukça dikkat çekici ve gitar riffleriyle birbirlerini çok güzel tamamlıyorlar. Kısacası Kurban yine yapmış işte, bu adamlar bu işi biliyorlar! :-) Umarım bir daha bu kadar uzun süre beklemek zorunda bırakmazlar bizi! Hadi atın bir tekme de dönsün dünya!!

Monday, March 22, 2010

Hobbitler geliyor!


Senelerdir beklenen The Hobbit'in çekileceği nihayet kesinleşti! Bir film yetmez diyenler de üzülmesinler çünkü film iki parçadan oluşacak! Durun daha bombalar bitmedi, dedikodulara göre filmin yapımcıları filmi 3D çekmeyi düşünüyor! Avatar'ın olağanüstü başarısından sonra asıl şaşırtıcı olan düşünmemeleri olurdu zaten ya neyse..Ben yine de her ne kadar kulağa harika gelse de bu ihtimalin zayıf olduğunu düşünüyorum ama umarım yanılırım! Çekimlerine Haziranda başlanacak olan filmin Amerika'da Aralık 2011'de vizyona girmesi bekleniyor. Yönetmen koltuğunda ise bu sefer Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin yönetmeni 'Sir' Peter Jackson yerine Guillermo Del Toro oturacak. Peter Jackson ise filmin yapımcılığı ve senaristliğini üstlenecek. Filmde daha önce Yüzüklerin Efendisi'nde gördüğümüz bazı oyuncuların da olacağı kesin gibi, Ian McKellen(Gandalf) da bu isimlerden biri tabi ki. Bir The Hobbit yazısı yazıp da J.R.R. Tolkien'i anmamak olmaz şüphesiz, büyük ustaya da saygılarımızı iletelim buradan! :-)

Friday, March 19, 2010

David Fincher, 'Ejderha Dövmeli Kız'la ilgileniyor!

The Game, Fight Club, Se7en gibi benim de favorilerim arasında bulunan birçok filmin yönetmeni David Fincher, söylentilere göre Stieg Larsson'un best-seller romanı ''The Girl With The Dragon Tattoo''yu sinemaya uyarlamak için kolları sıvamış! Aslında kitap bir üçlemenin ilk kısmını oluşturuyor ve halihazırda yazarın ülkesi olan İsveç'te üç kitabın da filmi çekilmiş bulunuyor.(Diğer iki kitabın isimleri ''The Girl Who Played With Fire'' ve ''The Girl Who Kicked the Hornets' Nest''). İsveç yapımı versiyonu izlemiş biri olarak filmi beğendim diyebilirim ancak David Fincher gibi parlak bir yönetmenin elinden çok daha iyisinin geleceğine eminim! İnsanlardan kopuk ve sorunlu bir hacker olan Lisbeth Salander karakteri de Hollywood'daki birçok oyuncunun iştahını şimdiden kabartmaya başlamış, filmin haklarını satın alan Sony şirketinin ilk tercihinin An Education filmiyle Oscar'a aday olan Carey Mulligan olduğu söyleniyor ancak adaylar arasında Twilight üçlemesinin soğuk suratlı 'yıldızı' Kristen Stewart da bulunuyor. Ben şahsen bu ikinci seçeneğin gerçekleşmemesini umuyorum, çünkü bu karakter gerçekten iyi oyunculuk istiyor ve zorlayıcı bir karakter. Aslında orjinal filmdeki İsveç'li oyuncu Noomi Rapace tam bu rol için biçilmiş kaftan, bu nedenle filmi izleyenler bir başka oyuncuyu biraz yadırgayabilirler ama burada da oynayacak oyuncunun kabiliyeti giriyor tabi devreye. Film hakkında dedikodular şimdilik bunlardan ibaret, olası gelişmeleri buradan yazmaya devam edicem, beni izleyin anacımm! :-p

Thursday, March 18, 2010

Avatar 'Sendromu'

Eğer filmi izlediyseniz, film bittikten sonraki şok ve gerçek hayata uyum sağlama problemlerini büyük ihtimalle yaşamışsınız demektir, korkmayın bunu yaşayan sadece siz değilsiniz hatta öyle ki bir 'Post Traumatic Avatar Syndrome'dan bahsedilmekte! İnternetteki forumlarda insanlar ''Pandora'nın gerçekte var olmadığı kahredici gerçeğiyle başetmenin yolları''nı tartışıyorlar! İşte bunlardan birkaç örnek:

''After I watched Avatar at the first time, I trully felt depressed as I “wake” up in this world again.
So after few days, I went to cinema and watched it again for the second time to relieve the depression and hopeless feeling.
Now I listen to the soundtrack and share my views in this forum. It really helps.''

''First time I too woke up and got that strange depressed feeling. That forced me to go to the cinema the next day. Again I got that feeling, even got it after the 3rd time. Now i think I’m an addict of this depression, and i like it, it kinda makes me a better person, or something like that. That’s why I’m here, writing.''

İşi abartıp kafayı çizmiş olanlar da var tabi, buyrun burdan yakın:

''The past 7 nights in a row my wife has asked me to have sex with her, and I just havent been in the mood. Scratch that. I’m incredibly horny most of the time, but I dont feel attracted to her anymore. The sight of her naked literally does nothing for me, and I’m frightened by that. Instead I imagine Neytiri. Her majestic grace and boundless beauty as well as the alien mystery about her. I want to fly off to pandora and live with her, to be with her always. I would worship her as she deserves. I’d do anything to just to touch her, to smell her.

She’s the perfect woman, and i feel like this life here has lost its spark. Where is the magic in humanity. Just a few days ago, my son asked me some question about what happened in Avatar. I dont even remember what it was, but after I told him, I started crying. Right in front of him. All I can think about is how depressing it is that I will never reach pandora. I almost vomited while I cried. It was the most pathetic thing I have ever done. Im in my 30’s for god’s sake. I have to remain strong for my son. Right?''

Bu insanların derdine ne kadar derman olur bilinmez ama James Cameron, Avatar'ın devam filmlerini çekeceğini açıklamasından sonra, şimdi de bir Avatar kitabı yazacağını duyurdu. Kitap ilk filmde izlediğimiz olayların öncesini anlatacak. Anlaşılan Avatar ateşi daha uzun yıllar yanmaya devam edecek!

Wednesday, March 17, 2010

Lady Gaga'nın yeni klibinde Tarantino göndermeleri!

Lady Gaga'nın yeni video klibine 9 dakikanın üzerindeki süresiyle bir kısa film de demek mümkün, ancak klibin asıl dikkat çeken yönü Tarantino filmlerine yapılan bariz göndermeler! Klip, Lady Gaga'nın kişiliği gibi oldukça rahatsız, Beyonce de eşlik etmiş kendisine bu klipte, iyi de etmiş! :-) Videoyu izleyelim sonra göndermeler kısmına geçeriz:

DİKKAT: Bolca erotizm içermektedir, kalbi olan izlemesin! :-p


  1. Kill Bill'den ''Pussy Wagon'' Klipte kullanılan ''Pussy Wagon'', Kill Bill Vol.1' de Uma Thurman'ın kullandığı araç! Hatta Lady Gaga'ya bu aracı kullanma fikrini bizzat Tarantino vermiş!

  2. Beyonce'nin takma adı ''Honey Bee'' Pulp Fiction'daki ünlü restoran sahnesini ve Tim Roth'un kız arkadaşına ''Honey Bunny'' diye seslenmesini herkes hatırlıyordur heralde.

  3. ''To be continued'' Klibin sonundaki bu yazı da John Travolta'nın Pulp Fiction'daki ünlü repliğini hatırlatıyor.

  4. Alçıdan yapılmış topuklu ayakkabılar Bu da açık bir Inglorious Basterds göndermesi, Diane Kruger baloya mermi yarasını saklamak için bu şekilde katılıyordu hatırlarsanız.

  5. Kırmızı gölgeli sarı yazı karakteri Tarantino'nun filmlerinde sıkça kullandığı bir başka öğe.
Şarkıdan hiç bahsetmedim dikkat ederseniz, şarkı görüntülere güzel bir fon teşkil etmiş diyelim ve böylece sıyrılalım işin içinden..Arıza insan Lady Gaga, bir diğer sansasyonların insanı olan Madonna'nın izinde hızla ilerliyor..To be continued...