Friday, March 26, 2010

Sahip

Kurban'ın İnsanlar albümünün bende kutsal bir yeri vardır, her şarkısını ayrı severim, dinle dinle doyamam. İşte o albüm çıkalı 5 sene olmuş, bu 5 sene içerisinde grup dağıldı tekrar bir araya geldi, solist Deniz Yılmaz askere gitti geldi..kısaca çokça özletti kendini Kurban. Yeni albüm kayıtlarına başladıklarını duyduğumda bir heyecan kapladı içimi, yine İnsanlar tadında bir albüm yapsalar, 'Yine' gibi 'Uyut Beni' gibi şarkılar yapsalar bizi müziğe doyursalar dedim. Ama albümün üzerindeki sır perdesi aralandıkça-önce 'Soykıran' sonra da 'İfrit' ile-beklenenden çok daha sert bir albümün yolda olduğu anlaşıldı. Uzuun bekleyişin ve birkaç ertelemenin ardından albüme kavuşan bünyede beklentiler oldukça yüksekti ve itiraf etmem gerekirse ilk baştan sona albümü dinledikten sonra kabullenmekte zorlandığım bir hayalkırıklığı oluştu içimde. Albüm ilk dinleyişte sevilecek bir albüm değil, önce bir boğazına oturuyor adamın, yutmakta zorlanıyorsunuz ama Kurban tam da bu işte: şaşırtıyor, nabza göre şerbet vermiyor, ne düşünüyorsa onu söylüyor hatta haykırıyor! Bir röportajında Çilekeş solisti Görkem Karabudak, bu adamlar türk rock'ının Dream Team'i demişti, çok isabetli bir laf etmiş bence, gitarlar da davullar da bas da vokaller de tam olması gerektiği gibi zaten albümün masteringini daha önce Metallica, Guns'n Roses, Dream Theater gibi dev grupların masteringini yapan George Marino yapmış. Albüm için tematik bir albüm denebilir, din konusuna eğilmiş üstatlar 'Yobaz', 'Mesih', 'Son Emir' gibi şarkı isimlerinden de anlaşılabileceği üzere. Tavsiyem albümü kaliteli kulaklıklarla, equalizer'ı rock moduna getirerek ve yüksek volümde dinlemeniz yönünde, tam randıman ancak bu şekilde alınıyor! Şimdilik en beğendiğim şarkılar 'Hakim', 'Güneş' ve 'Yobaz' ama diğer şarkılara da haksızlık etmemek gerek. Sözler de oldukça dikkat çekici ve gitar riffleriyle birbirlerini çok güzel tamamlıyorlar. Kısacası Kurban yine yapmış işte, bu adamlar bu işi biliyorlar! :-) Umarım bir daha bu kadar uzun süre beklemek zorunda bırakmazlar bizi! Hadi atın bir tekme de dönsün dünya!!

Monday, March 22, 2010

Hobbitler geliyor!


Senelerdir beklenen The Hobbit'in çekileceği nihayet kesinleşti! Bir film yetmez diyenler de üzülmesinler çünkü film iki parçadan oluşacak! Durun daha bombalar bitmedi, dedikodulara göre filmin yapımcıları filmi 3D çekmeyi düşünüyor! Avatar'ın olağanüstü başarısından sonra asıl şaşırtıcı olan düşünmemeleri olurdu zaten ya neyse..Ben yine de her ne kadar kulağa harika gelse de bu ihtimalin zayıf olduğunu düşünüyorum ama umarım yanılırım! Çekimlerine Haziranda başlanacak olan filmin Amerika'da Aralık 2011'de vizyona girmesi bekleniyor. Yönetmen koltuğunda ise bu sefer Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin yönetmeni 'Sir' Peter Jackson yerine Guillermo Del Toro oturacak. Peter Jackson ise filmin yapımcılığı ve senaristliğini üstlenecek. Filmde daha önce Yüzüklerin Efendisi'nde gördüğümüz bazı oyuncuların da olacağı kesin gibi, Ian McKellen(Gandalf) da bu isimlerden biri tabi ki. Bir The Hobbit yazısı yazıp da J.R.R. Tolkien'i anmamak olmaz şüphesiz, büyük ustaya da saygılarımızı iletelim buradan! :-)

Friday, March 19, 2010

David Fincher, 'Ejderha Dövmeli Kız'la ilgileniyor!

The Game, Fight Club, Se7en gibi benim de favorilerim arasında bulunan birçok filmin yönetmeni David Fincher, söylentilere göre Stieg Larsson'un best-seller romanı ''The Girl With The Dragon Tattoo''yu sinemaya uyarlamak için kolları sıvamış! Aslında kitap bir üçlemenin ilk kısmını oluşturuyor ve halihazırda yazarın ülkesi olan İsveç'te üç kitabın da filmi çekilmiş bulunuyor.(Diğer iki kitabın isimleri ''The Girl Who Played With Fire'' ve ''The Girl Who Kicked the Hornets' Nest''). İsveç yapımı versiyonu izlemiş biri olarak filmi beğendim diyebilirim ancak David Fincher gibi parlak bir yönetmenin elinden çok daha iyisinin geleceğine eminim! İnsanlardan kopuk ve sorunlu bir hacker olan Lisbeth Salander karakteri de Hollywood'daki birçok oyuncunun iştahını şimdiden kabartmaya başlamış, filmin haklarını satın alan Sony şirketinin ilk tercihinin An Education filmiyle Oscar'a aday olan Carey Mulligan olduğu söyleniyor ancak adaylar arasında Twilight üçlemesinin soğuk suratlı 'yıldızı' Kristen Stewart da bulunuyor. Ben şahsen bu ikinci seçeneğin gerçekleşmemesini umuyorum, çünkü bu karakter gerçekten iyi oyunculuk istiyor ve zorlayıcı bir karakter. Aslında orjinal filmdeki İsveç'li oyuncu Noomi Rapace tam bu rol için biçilmiş kaftan, bu nedenle filmi izleyenler bir başka oyuncuyu biraz yadırgayabilirler ama burada da oynayacak oyuncunun kabiliyeti giriyor tabi devreye. Film hakkında dedikodular şimdilik bunlardan ibaret, olası gelişmeleri buradan yazmaya devam edicem, beni izleyin anacımm! :-p

Thursday, March 18, 2010

Avatar 'Sendromu'

Eğer filmi izlediyseniz, film bittikten sonraki şok ve gerçek hayata uyum sağlama problemlerini büyük ihtimalle yaşamışsınız demektir, korkmayın bunu yaşayan sadece siz değilsiniz hatta öyle ki bir 'Post Traumatic Avatar Syndrome'dan bahsedilmekte! İnternetteki forumlarda insanlar ''Pandora'nın gerçekte var olmadığı kahredici gerçeğiyle başetmenin yolları''nı tartışıyorlar! İşte bunlardan birkaç örnek:

''After I watched Avatar at the first time, I trully felt depressed as I “wake” up in this world again.
So after few days, I went to cinema and watched it again for the second time to relieve the depression and hopeless feeling.
Now I listen to the soundtrack and share my views in this forum. It really helps.''

''First time I too woke up and got that strange depressed feeling. That forced me to go to the cinema the next day. Again I got that feeling, even got it after the 3rd time. Now i think I’m an addict of this depression, and i like it, it kinda makes me a better person, or something like that. That’s why I’m here, writing.''

İşi abartıp kafayı çizmiş olanlar da var tabi, buyrun burdan yakın:

''The past 7 nights in a row my wife has asked me to have sex with her, and I just havent been in the mood. Scratch that. I’m incredibly horny most of the time, but I dont feel attracted to her anymore. The sight of her naked literally does nothing for me, and I’m frightened by that. Instead I imagine Neytiri. Her majestic grace and boundless beauty as well as the alien mystery about her. I want to fly off to pandora and live with her, to be with her always. I would worship her as she deserves. I’d do anything to just to touch her, to smell her.

She’s the perfect woman, and i feel like this life here has lost its spark. Where is the magic in humanity. Just a few days ago, my son asked me some question about what happened in Avatar. I dont even remember what it was, but after I told him, I started crying. Right in front of him. All I can think about is how depressing it is that I will never reach pandora. I almost vomited while I cried. It was the most pathetic thing I have ever done. Im in my 30’s for god’s sake. I have to remain strong for my son. Right?''

Bu insanların derdine ne kadar derman olur bilinmez ama James Cameron, Avatar'ın devam filmlerini çekeceğini açıklamasından sonra, şimdi de bir Avatar kitabı yazacağını duyurdu. Kitap ilk filmde izlediğimiz olayların öncesini anlatacak. Anlaşılan Avatar ateşi daha uzun yıllar yanmaya devam edecek!

Wednesday, March 17, 2010

Lady Gaga'nın yeni klibinde Tarantino göndermeleri!

Lady Gaga'nın yeni video klibine 9 dakikanın üzerindeki süresiyle bir kısa film de demek mümkün, ancak klibin asıl dikkat çeken yönü Tarantino filmlerine yapılan bariz göndermeler! Klip, Lady Gaga'nın kişiliği gibi oldukça rahatsız, Beyonce de eşlik etmiş kendisine bu klipte, iyi de etmiş! :-) Videoyu izleyelim sonra göndermeler kısmına geçeriz:

DİKKAT: Bolca erotizm içermektedir, kalbi olan izlemesin! :-p


  1. Kill Bill'den ''Pussy Wagon'' Klipte kullanılan ''Pussy Wagon'', Kill Bill Vol.1' de Uma Thurman'ın kullandığı araç! Hatta Lady Gaga'ya bu aracı kullanma fikrini bizzat Tarantino vermiş!

  2. Beyonce'nin takma adı ''Honey Bee'' Pulp Fiction'daki ünlü restoran sahnesini ve Tim Roth'un kız arkadaşına ''Honey Bunny'' diye seslenmesini herkes hatırlıyordur heralde.

  3. ''To be continued'' Klibin sonundaki bu yazı da John Travolta'nın Pulp Fiction'daki ünlü repliğini hatırlatıyor.

  4. Alçıdan yapılmış topuklu ayakkabılar Bu da açık bir Inglorious Basterds göndermesi, Diane Kruger baloya mermi yarasını saklamak için bu şekilde katılıyordu hatırlarsanız.

  5. Kırmızı gölgeli sarı yazı karakteri Tarantino'nun filmlerinde sıkça kullandığı bir başka öğe.
Şarkıdan hiç bahsetmedim dikkat ederseniz, şarkı görüntülere güzel bir fon teşkil etmiş diyelim ve böylece sıyrılalım işin içinden..Arıza insan Lady Gaga, bir diğer sansasyonların insanı olan Madonna'nın izinde hızla ilerliyor..To be continued...

Tuesday, March 16, 2010

An Education


''The life I want, there is no shortcut.''

Filmin özeti bu cümlede saklı. 1961 yılında, Londra'dayız, orta sınıf bir İngiliz ailesinin evine konuk oluyoruz, kızının Oxford'a girmesiyle kafayı bozmuş bir baba ve hayaller peşinde bir genç kız var karşımızda. Carey Mulligan'ın canlandırdığı Jenny karakteri, çalışmanın zorluğu ve sıkıcılığı ile, tanıştığı kendinden yaşça hayli büyük olan adamın ona vaadettiği Dolce Vita arasında bocalayan ve hangisinin yapılması doğru olan şey olduğuna karar vermeye çalışan masum ve akıllı bir kız. Peter Sarsgaard'ın canlandırdığı David, Jenny için hayal ettiği hayata açılan bir kapı, bir ''kestirme yol''. David, tam bir İngiliz beyefendisi, kibar, yakışıklı, zeki, eğlenceli...Büyümek için sabırsızlanan Jenny'nin aklını başından alacak herşeye sahip kısaca, Jenny de bu hayale kaptırıyor kendini doğal olarak, cilayı kazıdıkça ortaya çıkanları gözardı edebilecek kadar hem de...

''Action is character.''

An Education, çok benzersiz olmayan senaryosuna rağmen oldukça başarılı bir film, tüm film boyunca hissedilen ince gerilim ve gizem duygusu güzel bir tat bırakıyor, kusursuz oyunculuklar, güzel müzikler ve muhteşem görüntüler ile birleşince ortaya izlenmeye değer bir film çıkıyor. Başroldeki iki oyuncunun dışında baba rolünde izlediğimiz Alfred Molina tek kelime ile harika, her ne kadar sert ve baskıcı gözükse de içindeki şefkat ve kızının geleceği hakkındaki kaygıları arasındaki gelgitleri çok iyi yansıtıyor. Carey Mulligan'da da genç bir Audrey Hepburn havası var. Filmdeki mekanlar, çekimler, renkler, arabalar, kıyafetler keşke o zamanlarda yaşasaymışım dedirtecek güzellikte. Filmde İngilizlere özgü mizah öğeleri de var, Yahudilerle ilgili olan biriki tanesi insanı gülümsetecek cinsten. Yine de filmin sonunun çok iyi bağlanamadığını düşünüyorum, daha etkileyici bir final yapılabilirmiş, vermek istediği mesajı seyirciye çok iyi aktarabildiğinden emin değilim. Yazımı artık klasikleşmiş ve de filmi özetleyen bir cümleyle bitireyim: Eğitim şart!

Monday, March 15, 2010

Oscar'ın En'leri

Biraz geç oldu ama ancak zaman bulabildim bişeyler karalayacak..İşte 82. Oscar törenlerinin En'leri:

Gecenin rüküşü: Vera Farmiga



En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Oscar adayı olan güzel aktrisin Marchesa markalı elbisenin içindeki görüntüsü bana istiridyeyi çağrıştırdı! Daha zarif, abartısız bir elbise seçseymiş keşke.

En 'iki canlı': Paula Patton



En güzel: Elizabeth Banks, Diane Kruger, Charlize Theron



Gönlüm bir kişiyi seçmeye el vermedi, ben de üç kişiyi seçtim! Burun farkıyla Diane Kruger diyebilirim ama sanırım, Inglorious Basterds' daki büyüleyiciliğinin de etkisi olabilir tabi bu kararımda. Chanel marka elbisesi de çok yakışmış kendisine.

En yakışıklı: Tom Ford


A Single Man filminin yönetmeni ve tasarımcı Tom Ford, tabii ki kendi tasarladığı takımıyla çok karizmatik görünüyordu.

En güzel konuşma: Sandra Bullock



Bu senenin En İyi Kadın Oyuncu'su Sandra Bullock'un konuşmasında tüm duygular vardı: mizah, şefkat, alçakgönüllülük, vefa..

En 'eli boş' dönen: James Cameron


Herkesin favori gösterdiği yönetmen, Oscar'ın velayetini eski karısına kaptırdı!

Monday, March 8, 2010

The Hurt Locker, Avatar'ı ikiye katladı!


The Hurt Locker, Avatar'ı ikiye katladı! Böyle söylemek sanırım çok yanlış olmaz; herkesin favori gösterdiği Avatar 3 Oscar heykelciğiyle yetinirken(Art Direction, Cinematography ve Visual Effects), The Hurt Locker, En İyi Film de dahil olmak üzere toplam 6 dalda(Best Picture, Directing, Film Editing, Sound Editing, Sound Mixing ve Özgün Senaryo) ödül kazandı. The Hurt Locker, böylece Oscar ödülü kazanan en düşük gişeli film olarak da tarihe geçti (en büyük rakibi Avatar, gelmiş geçmiş en fazla gişe yapan film). Hurt Locker'ın tarihe geçmesinde bir diğer önemli faktör de filmin yönetmeni Kathryn Bigelow'un Oscar kazanan ilk kadın yönetmen olması, bu ödülün Kadınlar Günü'ne denk gelmesi de hoş bir tesadüf tabi. Bu yılki Oscar'ların önemli bir başka noktası da 1943 yılından beri ilk kez En İyi Film kategorisinde 10 filmin yarışmasıydı, her ne kadar bu karar ticari nedenlerle alınmışsa da bence yarışmaya daha fazla heyecan kattığı kesin. Kendi adıma hayal kırıklığı yaşadığım şeylerden biri The Inglourious Basterds'in sadece tek bir ödül kazanması oldu, zaten o müthiş performanstan sonra En İyi Yardımcı Aktör ödülünün Christoph Waltz'a gitmemesi de çok ayıp olurdu! Adamım Tarantino'nun En İyi Yönetmen ve Özgün Senaryo ödüllerini kazanmasını isterdim açıkçası. Sandra Bullock, The Blind Side filmiyle ilk kez aday gösterildiği yarışmada En İyi Kadın Oyuncu ödülünü almayı başardı, tecrübeli oyuncunun kariyerine bir Oscar yakışırdı zaten. Jeff Bridges hakkındaki düşüncelerimi daha sonraki bir yazıya bırakıyorum çünkü henüz ne yazık ki Crazy Heart'ı izleme fırsatım olmadı. Sunucular hakkında bir parantez açmak gerekirse Steve Martin ve Alec Baldwin ikilisini çok uyumlu ve eğlenceli buldum, Ben Stiller'ın En İyi Makyaj kategorisindeki adayları açıklarken sahneye Avatar görünümüyle çıkması ve Na'vi dilinde konuşması da bu yılki törenin unutulmazları arasına girecektir eminim. Törenin En'leri ve kazanan ve aday gösterilen filmlerin detaylı incelemeleri daha sonraki postlarda olacak!

Thursday, March 4, 2010

Oscar'lar hakkında lüzumlu lüzumsuz bilgiler

Oscar törenlerine sayılı günler kala altın heykelcik hakkında bilmeseniz de yaşayabileceğiniz türden bilgiler, özellikle son maddeye dikkat:





Wednesday, March 3, 2010

Julie & Julia




Bu bloga başlamamda önemli etkisi olan bir filmle başlamak istiyorum ilk post'uma, uzun zamandır bir blog yazma fikri vardı aslında kafamda ama harekete geçmem bu filmin sayesinde oldu. Bahsettiğim film Julie&Julia, başrollerinde bu filmdeki rolüyle En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar'a aday gösterilen Meryl Streep(Julia) ve Doubt filmindeki rol arkadaşı Amy Adams(Julie) oynuyorlar. Film, iki gerçek hikayenin üzerine kurgulanmış: bir yanda II.Dünya Savaşı ertesi Paris'inde geçen Julia Child'ın hikayesi diğer yanda da henüz 11 Eylül'ün yaralarını sarmaya çalışan New York'ta geçen Julie Powell'ın hikayesi. Bu iki kadının ortak yönleri yalnızca isimlerinin benzerliği değil, ikisi de günlük hayatın sıkıcı ve boğuculuğundan yemek yaparak sıyrılmaya çalışıyorlar ve her ikisi de bu işte çok başarılılar! Julia, Amerikalı ev kadınlarına güzel yemek pişirmeyi öğretecek bir kitap üzerinde çalışırken, Julie bu kitaptan yola çıkarak 365 gün içinde kitaptaki 524 tarifi yapmaya koyulur ve bir yandan da bu macerasını blog'unda yazmaya başlar. Herneyse filmi izlerseniz zaten konusunu görürsünüz, ben daha çok filmle ilgili sevdiğim noktalardan bahsetmek istiyorum. Öncelikle oyuncu seçimleri çok başarılı, özellikle Meryl Streep harika bir performans göstermiş, Oscar'ı alması benim için hiç sürpriz olmaz, zaten Golden Globe da dahil olmak üzere birçok ödülü şimdiden toplamış durumda. Amy Adams'ı da çok beğendim, çok sempatik ve rolüne de çok yakışmış. Filmde beğendiğim bir diğer nokta da, geçmiş ile günümüzü güzel bir biçimde yansıtması, özellikle mektup arkadaşlığı ve blog yazarlığı karşılaştırması hoşuma gitti. Bazı sahnelerdeki şarkı seçimleri de çok hoştu, örneğin ıstakoz pişirme sahnesinde çalan müziğe dikkat etmenizi öneririm! :-) Son olarak filmi aç karnına izlememenizi tavsiye ediyorum çünkü ilk dakikadan son dakikaya kadar birsürü leziz yemek görüyorsunuz ve ağzınızın sulanmaması mümkün değil! Birçok yerde filmin sonuyla ilgili eleştiriler okudum ama ben bu haliyle de sevdim, herkesin beklediği türden bir final çok klişe kaçardı diye düşünüyorum. Kısacası güzel bir film Julie&Julia, insanın içini ısıtan türde bir film, belki tek eleştirim filmin biraz uzun olması olabilir ama yer yer tempo düşer gibi olmasına rağmen sürükleyici. Filmi izledikten sonra Meryl Streep'in oyunculuğunu abartılı bulursanız şu videoları izlemenizi tavsiye ederim: :-)